30 Mart 2012 Cuma
Süt
14 Mart 2012 Çarşamba
Değişen bir şey yok hiç... Ölüm hariç...
İnsanlığımızı zaman aşımına ipotek ettik dün biz. Göz göre göre, yürek çığlık çığlığa vicdanımızın son kırıntılarını da halının altına eşeledik.
Yakmakla kalmadık şairi, yine haklı çıkardık. "Değişen bir şey yok" hala bu topraklarda, "aynı gökyüzü, aynı keder".
Şehir, Şair ve Ölüm
(ilk yayın tarihi: 26.02.2009)
Evren’den gelen ikinci mim hayatıma yön veren şair üzerine. Yön veren tabiri biraz fazla iddialı belki ama bir kaç söz söylemek isterim ben de Behçet Aysan üzerine sizlere.
Yurt kantininde fiş karşılığı kahvaltı verirlerdi bize. Çeyrek ekmeği de dikdörtgen kesilmiş eski bir gazete kağıdının içinde. Benim için bir oyundu her sabah. Bu başı sonu olmayan yazıları okumak, çok beğendiğimi de araştırmak. Behçet Aysan’la geç tanışmam da böyle oldu.
“...
çünkü beyaz bir gemidir ölüm
siyah denizlerin hep
çağırdığı
batık bir gemi
sönmüş yıldızlar gibidir
yitik adreslere benzer
ölüm
yanık otlar gibi.
Sen bu şiiri okurken
ben belki başka bir şehirde
ölürüm.”
diyordu şair tam da ölüm haberinin altında. Ben bu şiiri okurken o gerçekten ölmüştü başka bir şehirde.
“...
gidiyorum
bu şehri bu yağmuru
bu düşleri
bu aşkı bu kavgayı bu kederi
size bırakarak.”
Bu aşkı, bu kavgayı, bu kederi bizlere bırakıp 35 can yoldaşıyla birlikte can vermişti Madımak’ta.
Peşini bırakmadım kovaladım. Daha neler vardı?
“...
değişen bir şey yok hiç
ölüm hariç.
aynı gökyüzü aynı keder.”
Bugün bile kaldırıp bakıyorum başımı, yok hala o günden bugüne değişen bazı şehirlerde.
“kozalak yaktım ben de
sessizlikte
ömrümün kozalaklarını
küllere sıvanmış
baştan başa dolaşıp
ağrıyan ormanı.
yağmur dindi sevgilim bak dinle
her şey dindi, acıysa dinmemiş halde.”
O acı hala dolaşır aydınlık yüreklerde...
Behçet Aysan Şiirleri için: http://www.e-sehir.com/siirler/yazar28.html
11 Mart 2012 Pazar
Mantı ile kartonpiyer... Allahım sen meraklı kullarına akıl fikir ver...
Nihayetinde gördüm ki mantıyı da yapabiliyormuşum. Peki bu neyi ispatladı diye soracak olursanız işte buna cevap vermem zor. “Hem delidir hem meraklı, bırakın kendi haline bu Şaşkın yarım akıllı” diyerek işi matrağa da bağlayabilirim, “evde belki bir süreliğine ama hala işe yaradığını kendine ispatlama hezeyanları bunlar” diye işi psikolojik varsayımlara da vardırabilirim. Ammaa işin aslı şu ki bu işte zihnimin derinliklerine mantı açma fikrini subliminal şekilde yerleştiren bir kişinin parmağı var. İşte bu yazı da kendisini ifşa etmek üzere yazıldı.
Her şey uzun, uzuun bir zaman önce kendisinin aşk peşinde şehir değil, ülke değil, kıta değiştirmesi ve çöle gönüllü sürgün yazılması ile başladı. Allah insanoğluna akıl fikir dağıtırken girmiş olduğumuz yanlış sırada tanıştığımız, şu sayfanın yazarı olan kadim dostum birbirinin aynı geçen günlerden bir gün evin köpeğinden almış olduğu onayla oklavayı eline almış, belki de ilk ve son mantısını açmıştı. Biraz su, biraz un derken git gide büyüyen hamurun aldığı her türlü aşamayı da o canlı canlı aktarmayı ihmal etmemişti. İşte o gün zihnime göndermiş olduğu mesajların bir şekilde tetiklenmesi neticesinde kendimi aniden mantı açarken bulduğum sonucuna da yine eşsiz dedektifçilik yeteneklerim sonucunda ulaştım.
Her ne kadar o bu satırları okurken biz o mantıyı günler öncesinde silip süpürmüş olsak ve bu konuda kendisinden kallavi bir küfür işitecek olsam da bu vesileyle bir konuda daha yeteneğimi ortaya çıkardığı için kendisine teşekkürü borç bilirim.
Subliminal etkiyi (!) bir kenara koyarsak "acaba yapabilir miyim?" sorusunun temelinde iki unsur var aslında. Biri meydan okumaysa diğeri de merak. Merak mesela tedavisi olmayan bir manyaklık bende. Bu da genetik bir şey olsa gerek ki küçücükten beri böyle gelmiş böyle gider. Daha ilkokul yıllarında orta sınıf Türk evlerinin dekoratif süs unsuru olan ansiklopedileri okuma gibi bir huyum vardı, biraz daha büyüdüğümde radyo teybin içini açıp ne var diye karıştırmaya başlamıştım, hatta Profilo marka 3 kanallı ilk renkli televizyonumuzu açmama da ramak kalmıştı ama arkasındaki uyarıdan tırsmıştım. Sırf bu huyum yüzünden interneti bulan her kimse bir ömre yetecek hayır duası almıştır benden. Çocukluğumdan bugüne bu konuda değişen bir şey olmadı bende. Misal dün yatak odasını toplarken tavandaki kartonpiyerlere takılıp kalmışım acaba nasıl yapılıyor bunlara diye. Kartonpiyerin nasıl yapıldığı bilgisi ne işime yarar hiç bir fikrim yok ama can çıkar huy çıkmaz ya hani yine dayanamadım gugılladım. Youtube dünyasında her şey gibi o da vardı. Elemanın biri yaparken çekmiş, koymuş. Hatta tek deli ben değilmişim ki 1.644 defa da izlenmiş. Ha bu bilgi ne işime yaradı derseniz videoyu koyan firmaya kesinlikle kartonpiyer yaptırmamak gerektiğini öğrendim ve bir de blog yazısına ilham kaynağı oldu diyebilirim.
Saat de epey geç olmuş. Şu an mesela birden yatsam ne rüya görürüm ki diye merak ettim. Gidip cevabıma bir an önce kavuşayım hele, kayda değer bir şey çıkarsa belki bir ara onu da paylaşırım....
7 Mart 2012 Çarşamba
Şifreler, kazlar ve bir türlü değişemeyişim
6 Mart 2012 Salı
Bir kolye ucunun peşinde
Evleri arada harmanlamak, azıcık mıncıklamak gerek. Hani şu en sevdiğin çorabın kayıp olan eşini, nicedir dolapta giyilmeyi bekleyen kazağını, çocuğunun günlerdir aradığı oyuncağını ve daha da ötesi dolap, çekmece köşelerinde unutulmuş kalmış bir dolu hatırayı karşına çıkarıverir. Bazen de karşına çıkan tek bir nesnenin peşinden sen koşturur, dahasının peşine düşersin.
Kelebek şeklinde bir kolye ucuydu benim peşine düştüğüm. Başucu çekmecemdeki kutulardan birinden çıkmıştı. Çok sevdiğim, daha sonra hayat bizi farklı yönlere sürüklese de hiç unutmadığım bir çocukluk arkadaşımın hediyesiydi. Fotoğrafını çekip hemen onunla paylaşmalıyım diye düşündüm, ancak önce eksik olan parçayı tamamlamam gerekiyordu: Kelebeği bana getiren bir de mektup vardı.
Arşivci ya da koleksiyoncu biri değilimdir ama tüm o atma huyuma rağmen saklamayı başardığım tek kolektif anı birikimim mektuplarımdır. Çocukluğumdan internet çağına kadar aldığım hemen hemen tüm mektuplar hayatımın bir döneminin farklı dilimlerini bana hatırlatmak için bir kutu içerisinde zamanlarının gelmesini bekler.
Zamane gençleri bilmez eskiden “mektup” diye bir şey vardı. İnsanlar birbirlerine aktarmak istediklerini kağıt ve kalem aracılığıyla yazıya döker, katlar, zarflar, pullardı. Mektubun muhattabını bulması ise postaneler aracılığıyla olurdu. Postacılar bugün neredeyse açmaya gerek bile duymadığımız posta kutularımıza fatura ve kredi kartı ekstreleri yerine bu mektupları bırakırlardı. Ne zaman ki internet ve cep telefonları hayatımızın sıradanları arasına girdi mektuplar da siyah beyaz televizyonlar gibi mazidekiler müzesinde yerini aldı.
Çok uzunca bir zamandır yeni bir mektup yüzü görmemiş mektup kutusunu çıkarıp eşelemeye başladım. Tam ümidi kesmiştim ki 25.06.1987 tarihli mektup işte oradaydı. Ortaokuldan (ortaokul da bizim zamanımızın kavramlarından biriydi) mezun olduğumuz yaz gönderilmişti. Başı birli yaşlarımızın daha ortalarını bile bulmadığımız çocukluk günlerimizin neşeli anıları dağıldı birden bire sabahtan beri toplamaya çalıştığım ortalığa. Eski dostla Facebook üzerinden yazışma ve bir blog yazısı da kelebeğin diğer getirileri oldu.
Bir de 88 yılına ait gazete kupürü çıktı mektup kutusundan ama o tamamen başka bir mevzu olup devamı bir sonraki yazıya...